SIRADIŞI, TOPLAMA BİR YOLCULUK (4)

Ölüm hak.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” hükm-ü ilahi gereği ciğerlerime son defa hava çekerken,
Yüce Mevlâ’m kelime-i şahadet getirmeyi nasip eder inşallah.
Bedenim cesede dönüştüğünde mezarımın ayaklarımla ezdiğim, terimi akıttığım, üzerinde oyunlar oynadığım, ürünleriyle beslenip büyüdüğüm, ürkmeden-korkmadan dolaşabildiğim, kokusuna aşina olduğum, böceklerini-solucanlarını tanıdığım… topraklarda olmasını isterim.
Mezarlıkların yanından geçip Sarboliso kayalıklarına doğru yol alırken gayr-i ihtiyari ölüm aklıma geldi ve buna bağlı olarak da bazı insanların mezar yeri vasiyetinde bulunmasının arkasındaki sebeplerin neler olduğuna dair sorulara cevap bulmaya çalıştım.
Sarboliso kayalıkları farklı bir mekândır, yaylamızda. Canı sıkılanın, hafakanlar altında ezilenin, yüreğine ateş düşenlerin sığındığı yerdir bu kayalıklar. Bu kayalıklara “bağlı” olmayan yok gibidir.
“Kendinden koltuklu” kayalığa oturdum. “Top sahası”nda kimseler yok ama sanki birileri oynuyor gibi sesler gelir kulağıma.

Sırtlarındaki odun yükleri ile Siron’dan ağır ağır çıkmaya çalışanlar ilişir gözüme.
Güneşin ısıttığı kayanın sıcaklığı gevşetir beni, rehavete kaptırır, uyku emareleri belirir bende.
Bir-iki esnemeden sonra uyuyup kalmamak için kalkar, sırtımı Siron’a verir, yaylamızı seyre dalarım.
Ağır ağır adımlarla “yatağa” (cami yanına) doğru giderken Kuvara anagam, Gülşişe, Cerğina, Kocakına anagalar gelir aklıma.
Ramazan ayında tenekelere vurup, boruya üfleyip çıkardığımız seslerle yayla halkını sahura kaldırırken bu insanlara tek tek seslenirdik. Cevap alana, kalktıklarından emin olana kadar seslenmemiz devam ederdi. “Yatak”tayım. Misket, topaç, kulüp oyunları oynayan çocuklarla çocuk olurum. Bana tahammülleri kalmadığını anlayınca onları oyunları ile baş başa bırakır,
Huleb’in, Kibica’nın evinin önünden yaylaya göz gezdirdikten sonra Kota’nın “hayat”ına (balkonuna) otururum.
Yavaş yavaş dostlar dökülmeye pardon gelmeye başlayınca futbol maçına başlarız. “Yerina” halanın tehditlerine kulak tıkayıp hırsla, inatla, neşeyle maçımızı yaparız. Akşam oldu, “barakas” vakti.
Toplanırız bir evde kızlı-erkekli. Yüzük oyunuyla başlayan eğlence, bir kız arkadaşımızın sesiyle yaptığı müzik eşliğinde oynanan horon/lar ile son bulur. Evlerimize doğru dağılırken birileri sabah inekleri nasıl sağacağından, birileri yarın köye nasıl gideceğinden, birileri eve nasıl gireceğinden, birileri yarın çayıra nasıl gübre taşıyacağından… dem vururken birbirimize “hayırlı geceler” dileyip ayrılırız.
Ay, altın bir tepsi; gece, gündüz gibi. Yerdeki iğneyi görecek kadar aydınlık var.
Bu büyüleyici güzellik karşısında yatıp uyumak işime gelmiyor.
Yalnız da olsam Likoraş’a çıkmaya niyetlenirim.
Eskiden bu yollarda yükler atla taşınırmış ve insanlar da atla yolculuk yaparmış.
Bir atım olsa, ıslıkla çağırsam, bir sıçrayışta üzerine çıksam ve hatta onunla sohbet etsem.
Atların Allah’ın insanlara bahşettiği asil hayvanlar olduğu söylenir. İnsanlara hizmet eden hayvanların en kıymetlisi, en sadığıdır. Sadık olmak, sadakat. Çok mu zor? Atın insana olan sadakati, insanlarda hem kendi için hem de hemcinsleri için yok.
Gözleri ile hemcinslerine “zarar veren” insandan sadakat beklenebilir mi? Dik durmasını beceremeyip “kıvıran, yamulan” insan için sadakatten bahsedilebilir mi?
“Önce can” diyen insandan sadakat örnekleri verilebilir mi?
“Nokta kadar menfaat için, virgül gibi eğilen”
insana sadakat yakıştırılabilir mi?
“Cesur Yürek” filminin sonunda, krala bağlılık yemini etmeyen William Wallace idamla cezalandırılır.
İdam esnasında çocukluk aşkı Murron, William Wallace’den krala bağlılık yemini etmesi durumunda ölümden kurtulacağını söyler.
William Wallace’nin verdiği cevap müthiştir:
“Asıl o zaman ölürüm.” W. Wallace kafası kesilmeden önce “özgürlük” diye haykırır.
Likoraş’a gittim geldim.
Üstüne vurulmuş kapıyı yavaş yavaş açıp, parmak uçlarıma basarak yatağıma girerim.
Sırt üstü uzanmış vaziyette, çatıdan içeri giren ay ışığı hüzmelerini seyrederken sabah köye inmenin “dayanılmaz” üzüntüsünü yaşarım.
Devam edecek (5)
Ayhan HOŞ
Ocak 2011, Yomra